31 Aralık 2015 Perşembe

Yeni Yıllar Yeni Yollar

Umut fukarasına, hatta umut denen olguya düşman olduğum bir dönemde alnıma düşen ilk kar tanesi sanki yeniledi beni. Bastırmaya, silip atmaya çalıştığım umut kırıtılarını kocaman okyanuslara çeviriverdi bir anda . Koskoca bir neslin en büyük hayali yılbaşı gecesi kar yağsın 2015'i 2016'ya bağlayan 31 aralık günü gerçek oldu. Güzel İstanbul bembeyaz bir örtüyle kaplı şimdi . Camın kenarında oturmuş kahvemi yudumlarken umut okyanuslarını olabildiğince reel tutma çabası içindeyim. Ama elde değil çocukluk hayalimin gerçekleştiği bir zamanda şimdi kurduğum hayallerimin ve umutlarımım gerçekleşecek olduğuna inanamam için hiç bir  dayanak yok gibi görünüyor. 2015 benim için değişim, dönüşüm ve kendimi yeniden tanıdığım yıl olarak hayatımda yer edecek. 2016 ise kendimle barışma yılım. Kendime hoyratça davrandığım onca yıldan sonra kendimi affedeceğim yıl. 2016'da hepimiz mutlu olalım, bol gülelim, çokça sevelim, affedelim, verdiğimiz kararlardan pişman olmayalım, keşke demeyelim, çektiğimiz ve ya çekeceğimiz acılara karşı dirayetli olalım.

Herkese mutlu yıllar . 2016 herkese gönlünden geçeni versin.

Gözde

9 Kasım 2015 Pazartesi

Bir başka Atatürk.

İlkokula başladığımızda ilk öğrendiğimiz şey: Mustafa Kemal Atatürk 1881 senesinde "Selanikte" doğmuştur. 10.Kasım.1938'de İstanbul Dolmabahçe Sarayında hayata gözlerini yummuştur. Bu iki tarih arasında onlarca savaş, ölüm tehlikeleri ve en önemlisi koskoca bir devlet kurmayı sığdırmıştır. Bize öğretilen kısmı bu. 80 küsür yıl önce söylediklerine baktığım zaman zekasına ve öngörüsüne tekrar tekrar hayran olurum yaş aldıkça. Aslında biraz yakından baktığınızda idealleri uğruna yalnız kalan birisi çıkar karşımıza. Bir adam düşünün 7 sene savaştan savaşa koşup bir tren vagonunda annesinin öldüğünü öğrensin ve bunun üzerine yazdığı telgrafı şöyle bitirsin "Cenab-ı Hak millete hayat ve selamet versin." Annesinin cenazesinde bulunamamış ve en kıymetli varlığı annesi olan bir adam. Tabii ki hataları, aşkları, belki pişmanlıkları olan bir adam olan bir adam. Ama Atatürk ile ilgili benim en çok içimi burkan  her şey bir kenara bırakıldığında sıla hasretiyle hayata gözlerini kapatmış birisi olmasıdır. Bir adam düşünün ülkesinin bir savaş daha kaldıramayacağını düşünüp kendi memleketini topraklarına katmasın. Yapmamış. Yapmak istese kim hayır diyebilirdi ki?

 Belki o son 09:05'te  gözünün önünden Selanik'te koştuğu tarlalar geçmiş, küçük bir ah demiştir hasretle, belki kollarını açmış onu bekleyen tüm sevdiklerini görmüştür. Ali Rıza Bey, Zübeyde Hanım ve hatta bu hayatta tek sevdiği ama tercih edemediği kadın Fikriye kollarını açmış sevgiyle karşılamıştır. Koskoca bir ülkenin sevgisini kazanıp yakınlarının sevgisinden mahrum kalan adam belki ilk defa o an rahatlamış, mutlu olmuş, gerçekten gülümsemiş, savunmasını indirmiş ve gerçekten huzura ve sevdiği kadına kavuşmuştur. En derin yarası ölene kadar bir daha memleketini görememek olan bir adam düşünün. Koskoca bir ülke kurmuş, dünyanın hayranlığını kazanmış ama bir daha doğduğu toprakları göremeden hayat gözlerini kapatmış bir adam .

 Mustafa Kemal Atatürk 1881 Yılında Selanik'te doğdu. 10.Kasım.1938'de İstanbul Dolmabahçe Sarayında saat 09:05'te doğduğu toprakları bir daha göremeden hayata gözlerini yumdu.



14 Ekim 2015 Çarşamba

Mastar ekleri ile çekilen fiiller zamanı.

 Kelle koltukta yaşamak, fırsatın varken gitmediğine pişman olmak, kaldığın için bir şeyler yapmak istemek ama yapamamak ya da ne yapacağını bilememek. Hep üzülmek, çok korkmak kendin için değil sevdiklerin için yüreğin elinde yaşamak. Giden tüm canlara için için üzülmek. Bir şeye gülerken yitip gidenlerin geride bıraktıklarına karşı pişmanlık duymak, yüzü kızarmak yani doya doya gülememek. Bir şiir okurken huzur duyup, bittiğinde yine huzursuzlanmak. Güzel bir şey paylaşırken iki kere düşünmek. Kısacası mutluluk ve huzur veren her şeyin size pişmanlık hissettirdiği, bolca hüzün dolu günler yaşıyor aklı selimler bu memlekette.

100'e yakın can gidiyor, çocuğundan gencine, öğretmeninden işçisine "oh diyor" adam iyi oldu ya da eskiden olsa çok sevinebileceğimiz bir maçı bize zehre çevirebiliyor. Ben onlara düşünceleri için kıymam asla, hatta düşüncelerini savunma haklarını ölümüne savunurum ama içten içe bilirim ki onlar bana kıyar, arkamdan yuh çeker, düşüncelerim ve yaşam tarzımdan dolayı ölmeyi hak ettiğimi düşünürler.Bilirim çünkü yaptılar. Koptuk biz sonu olmaz bir yola gidiyoruz ne acı.

Demokrasi bu memlekette anlamı en bilinmeyen kelime ise faşizm (ki en sevmediğim kelimedir kendisi) ise en içi boşaltılmışı, barış, kardeşlik, huzur, birlik, beraberlik en uzak, adalet en kayıp. Güzel kelimelerin anlamsızlaştığı bir ülkede yaşamak bizim şimdiki sınavımız. Daha büyük sınavlar bekliyor bizi bunun hepimiz farkındayız. Asıl farkında olmamız gereken tek bir bir gerçek var, bu memleketten bir enkaz kalkacak belki bugün belki yarın, ama eninde sonunda "el birliğiyle" altından kalkılması gereken bir enkaz. Elimizden geldiğince sen, ben, o yapmadan birleşerek verilecek bir sınav bu. Peki ilk yapılması gereken ne ? Bence ilk yapılması gereken kelimelere gerçek anlamlarını yeniden kazandırmak olmalı, işin doğrusu görevlerin en zoru bu .

Korkmak, sinmek, kaçmayı düşünmek ve bir anda silkinip kendine gelmek. Bilmek yapılması gerekenin sadece beklemek olduğunu ve zamanı geldiğinde elini taşın altına sokup bu ülkeyi güzel kelimeler ülkesi haline getirmek için çaba harcamanın en cesurca olduğunu. İşte bizim şimdi yaşadığımız zaman böyle bir zaman. Mastar ekleri ile çekilen fiiller zamanı.


9 Eylül 2015 Çarşamba

Geri gider bu memleket.

Her gün haberleri açtığımda. (ki açmamaya özen gösteriyorum) 90'lı yılların geri döndüğünü hatta her şeyin daha beter olduğunu görmekten nefret ediyorum. Yıllar boyunca süregelmiş politik hatalar zincirinin, eğitimsizliğin dibine vurmuş ve neyin ne doğru neyin yanlış olduğunu idrak edemeyen bir milletin içinde yaşıyor olmak kanıma dokunuyor. Elim kolum bağlı oturmak, sessiz kalmaya çabalayıp sonunda kalamamak, etraftan yapma başın derde girecek baskısını hissetmek, ölen çocukları, yitip giden gençleri, ciğeri pare pare olan babaları, yüreği yanan anaları, sevdiğini kaybeden kadınları ve yetim kalan evlatları görmekten yoruldum ben. Sıkıldım kaostan, savaştan, kavgadan. Tek ihtiyacımız huzurken 3-5 menfaatçi, düzenbaz, ahlaksız, güç budalası oksijen israfının galeyana getirdiği ne yaptığını bilmeyecek kadar cahil, beyni bedeninden ayrılmış, şuursuzun ya da aptallığından yararlanılıp beyni yıkanan, gözünü kan bürümüş mahlukların hiçbirinin birbirinden farkı yok. Vandallık, savaş, kan tek çözümünüz bu. Bu memleketin her geçen gün gerilemesini sebebi sizlersiniz.Gidin...Tasınızı tarağınızı alıp bu dünyadan gidin, bu dünya sizlerle paylaşmak için fazla küçük. Gidin artık daha fazla bu dünyayı kirletmeyin.

Hiçbirimiz ırkçı, sevgisiz, egoist, kibirli doğmadık. Ağzından düşürmediğin Allah'ın bize verdiği beyin içini doldurmaya gücün yetmeyeceği bir veri bankası ve inanır mısın; BEDAVA. İçini doldurmaktan geçiyor her şey. Eğitim politikaları falan umurumda değil, her şey kişinin kendisinde biter. Ne verirsen onu alırsın, kendini eğit, insanların seni yönetmesine, kuklalaştırmasına izin verme,
yakarak, yıkarak, öldürerek ne çözüldü bugüne kadar, ne geçti ellere utançtan başka. Sükunet, sabır, hoşgörüdür bu memleketi yol aldıracak ve barışı getirecek olan.


Uyan arkadaşım bizim birbirimize tahammülümüz kalmadı, sor bakalım kendine "acaba neden" diye. Cevabını verebiliyor musun? Ben sana bir ipucu vereyim. Aynaya bak. Bu memleketi bu hale getiren bizleriz. Suç sende, bende, herkeste. İzin verdik eğitim sisteminin içinin boşaltılmasına, kazanılacak 3-5 kuruş uğruna ülkenin alaşağı olmasına, en korkuncu da ötekileştirilmeye göz yumduk. Kemalist, ulusalcı, milliyetçi, dinci, faşist, Türk, Kürt, alevi, sünni,  kadın, erkek, Galatasaraylı, Fenerli içten içe parçalandık. İşte sonuç memleket darmadağın. Ve işin kötü tarafı memleketin halinin müsebbiblerinin umurunda değil. Ne sen, ne ben ne de bu memleket umurları değil. Canım uyan, sen öldüğün ile ya da öldürdüğün ile kalıyorsun, ben üzüldüğümle. Muktedirler kendi ceplerini doldurup, tahtlarına daha rahat oturmak, etraflarında biriktirdikleri o aptal kalabalığı kaybetmemek derdinde yani kendi güçleri ve keyifleri dışında hiçbir şey umurlarında değil. Aç gözünü, gri hücrelerini çalıştır lütfen. Huzurlu ve barış dolu bir toplumda yaşamak istemiyor musun? Gelecek nesillerde kaos içinde mi büyüsün?


Son aylarda ölen çocukların, gençlerin sayısına bak. Ne kadar acı sayısına bak diyoruz. Aslında en büyük sayı bir değil mi? Biri de bin bini de bir. Sebepsiz yere bu memlekette kan dökülmesin artık. Muktedirlerin aklı selim olmadığı yerde iş bizlere düşmüyor mu? Sakin olmalı, ve o beyni biraz kullanmalı.

1 Eylül 2015 Salı

Gri Kurt ve Kahverengi Ayı

İki ayrı dünyadan hatta iki düşman familyadan gelen gri kurt ve kahverengi ayının dostluğunu belgelemişler. Aslında iki yalnızın, tek başlarına vahşi doğaya ayak direyemeyecek iki canlının birbirine omuz vermesi. Normalde uğruna savaşacakları lokmaları bölüşüyorlar. Dostluk değil bu aslında yarenlik, ahiretlik. Bir çok dostum var bu hayatta ama bu fotograflara baktığımda tek bir kişi geldi aklıma. Çevremizdeki kalabalığa rağmen tamamlanamamış; hayatın bir çok yerinde yolları kesişmiş ama doğru zaman gelene kadar aynı kapıdan geçememiş iki yeni yetme kız İstanbul Üniversitesinin kapısında aynı taksiye binme teklifiyle başlayıp sonra hiç ayrılmayan iki ruh. Bir o kadar birbirinden ayrı olup, bir o kadar birbirine benzeyen ikiz ruhlar. Birbirini bulunca tamamlanan iki şaşkın. Ruh ikizi dediğimiz şey aslında çok yanlış anlaşılıyor ve nedense hep karşı cinsi nitelediği düşünülüyor. Gerçekte ruh ikizi sizi tamamlayan kişidir. Çiğdem ablam ki 3 kardeşin en büyüğü ve en bilgesi olur kendisi lise yıllarımda bana "İnsan gerçek dostunu üniversitede bulur." demişti bu bana pek inandırıcı gelmemişti o zamanlar ama doğruymuş. Güne telefonda felsefi bir tartışmayla başlayıp (çünkü mesajlaşarak hızımızı alamamışızdır) ve hatta ciddi ciddi fikirlerimiz uğruna kavga edip telefonu kapatırken olayın " kezban muhabbetine "dönmüş olması ve hatta magazin haberlerini değerlendiriyor olmamız neden birbirimizi tamamladığımızın kanıtı gibi aslında. Hayatta 3 tip arkadaşınız olmalı .Birincisi kendi seçtiğiniz kardeşiniz. İkincisi uzun zamandır tanıyıp belli bir yaştan sonra dost olduğunuz çocukluk arkadaşınız. Üçüncüsü ise ahiretliğiniz yani ruh ikiziniz. Yani kendinizi yapayalnız bulduğunuzda uğuruna kavga edeceğiniz lokmanızı bölüşüp, vahşi hayatta sırtınızı dayayıp ve yeri geldiğinde omuz vereceğiniz kişi. En salak tartışmalarla aynı anda en anlamlı tartışmaları da yapabildiğiniz, her gittiğinizde ikinizde birbirinden farklı ama hep aynı şeyleri yediğiniz için söylendiğiniz ve karşı tabağın kızarmış patateslerine rahatça bulaştığınız, gün içerisinde onlarca kahve falı fotosu gönderdiğiniz, sürekli birbirinizi azarlayıp aslında ikinizin de aynı şeyi yapmaya devam ettiğini bildiğiniz, apayrı ama aynı bir ruh . Kolay mı onu bulmak diye sorarsanız eğer? Değil elbet ama imkansız değil çünkü eninde sonunda eksik parçası olan ruhlar tamamlanmak üzere birbirlerini çekecekler ve aynı kapıdan beraber giriş yapacaklardır.

Bir Kadının Kız Kardeşi Olmalı

Bir kadının kız kardeşinin olması büyük bir şanstır diye düşünmüşümdür her zaman.Çünkü kız kardeş senin gibi olmayan sendir ; yani senin hücrelerini taşır, senden bir parçadır, sana benzer ama sana benzemezde. Sizi tanıyanlar her baktığından birbirinizden bir parça görebilir ama etrafınızda birbirinizden bambaşka izler bırakırsınız. Ben iki ablaya sahip en küçük, her ikisinden de parçalar taşıyan ama bir o kadar her ikisine de benzemeyen kardeşim.Genelde herşeyden en son benim haberim olur yıllardır alışıla gelmiş koruma psikolojisiyle; aslında belki de ikiside çok iyi bilir ne kadar dirayetli olduğumu.Ben ablalarımı birisine şöyle tarif etmiştim:
“Anıtkabir’de ki Aslanlı Yolu düşünün 2 adet aslan tüm heybetiyle  yolu tutmuştur.Sanki bir saldırı olsa Anıtkabir’i ilk onlar çıkıp koruyacakmış gibi.İşte benim ablalarımda böyledir önümde iki heybetli aslan gibi set çekerler, beni üzen bir şey olduğunda anında bertaraf ederler.”
İnsanın iki ablası olması güzel şey babamın dediği gibi düşman kardeşler de olabiliyorsunuz bazen, bazen de ablalardan başka kıymetli hiç bir şey olmuyor dünyada  hele ki benim gibi çok yaş farkı hatta yaşadığımız dönemlere bakıldığında nesil farkı varsa bazen işler, eksenler şaşabiliyor.Aslında annem ve ablalarım sayesinde düşünülenin ve beklentilerin aksine daha sağlam karakterli bir insan olduğumu söyleyebilirim gönül rahatlığıyla.Çok avere görünsemde ayaklarımın yere basması onların sayesindedir.Bimezler belki ama gözüm açıktır, dünyadan, hayattan gelecek her sertliğe karşı duvar gibi durabilmem onlara olan güvenim sayesindedir aslında çünkü bilirim ki kırılıp, eğilip bükülürsem beni düzeltecek iki ablam vardır arkamda.
33, 44, 50 ya da 50, 44 , 33 2012 itibariyle sürmekte olduğumuz yaşlar, 17 ve 11 aramızda ki yaş farkları. Ben 33 yıldır sırtımı en sağlam duvara dayamadım ama sırtımı en sağlam duvara verdim o yüzdendir korkusuz mizacım çünkü arkam sağlam.En üzüldüğüm zamanda ben hüngür hüngür ağladım onlar için için hatta gizli gizli ağladılar.Bazen o kadar şen kahkalar attık ki Jüpiterden bile duyulmuş olabilir.Hayatta acı tatlı her şeyi birlikte yaşadık ve umarım daha uzun yıllar yaşayacağız.Birbirimizin ardını kollayan sağlam duvarlarımız olacak hep. Hiç kimseyi sevmediğimiz gibi sevip birbirimizi, hiç kimseye yapmadığımız cadılıkları yapacağız birbirimize.Her zaman yanımızda birbirimizin gölgesiyle yürüyeceğiz.
Bir kadının kız kardeşinin olması en büyük şansıdır hele ki iki kardeşi varsa hayata dair güzel ne varsa daha fazla yaşanır, hayat acı yüzünü gösterdiğinde ise daha kolay atlatırsın, direnirsin.
Kardeşleri olmaktan gurur duyduğum iki ablamda iyi ki varlar.Hayat sizinle daha güzel , daha kolay ve daha eğlenceli.Üzerimide ki onca emeğinizee karşılık bir parça da olsa gurur duyabildiğiniz bir birşeyler yapabildiysem bu hayatta ne mutlu bana.


Her ne kadar bu güne kadar söylememiş olsam da bilin ki sizleri çok seviyorum.Varlığınızla hayatıma renk kattığınız için çok teşekkürler.

20 Ağustos 2015 Perşembe

Beklenti

Hayatımız hep beklentiler üzerine kurulu, birinden, bir şeyden, kendimizden ve hayattan hep bir şeyler bekliyoruz. Özellikle insanlardan beklentilerimiz çok yüksek, bazen küçücük bir selam, bazense ebedi bir aşk bekliyoruz ya da müsamaha bekliyoruz. Peki beklentilerimiz yerine gelmedikçe ne yapıyoruz. Önümüzde iki seçenek var ya büyük bir hayal kırıklığı ile beklentimizin karşılanacağı günün gelmesini beklemeye devam ediyoruz. Ya da hiç hayal kırıklığını olaya dahile etmeden umutla yine bekliyoruz yine bekliyoruz. Yılmadan. Usanmadan. Geçmişte bizim için hiçbir şey yapmamış kişilerin, gelecekte bir şey yapma ihtimali var mı? Yok denecek kadar az. Hatta hiç yok. En olacak zamanda, en olması gereken zamanda, en ihtiyaç duyduğunuzda kendi tercihlerini yaşamayı seçen insanlardan yıllar yıllar boyunca medet ummak saflığını göstermek Einstein'ın değimiyle "delilikten" öteye geçmeyen duygusal ve zihinsel bir bozukluktan başka bir şey değildir. Ve ne yazık ki ruhumuzun önüne ördüğümüz duvarlardan kurtulamayıp alt belleğimizin bizi yönetmesine izin verdiğimiz müddetçe, bu beklenti denilen çılgınlık bizi yer bitirir, önümüze, özümüze, şu anımıza bakmamıza engel olur. İyisi mi, biz kalkıp hayatımıza devam edelim ve bunu yapabilmek adına ilk evvela ruhumuzun önüne diktiğimiz duvarları büyük bir keyifle yıkalım ve onlardan mümkün olan en kısa sürede kurtulalım.Ahlayarak vahlanarak sorunların çözümlendiği ya da duvarların yıkıldığı görülmemiştir. Tek yapılması gereken bir karar vermek. Tek ihtiyacınız olan biraz cesaret.







13 Ağustos 2015 Perşembe

Kırık Bir Aşk Hikayesi...

Uzaklarda karşılaşan bir kadın bir erkek, kararsız bir kadın ve yalnız bir erkek . Söylenen ve söylenmeyen onlarca söz .Kırgın kalpler, cevaplanmayan sorular ve hayat her ne getirirse getirsin eninde sonunda kesişen yollar. Bir o kadar içinde olup bir o kadar dışında kaldığım bir hikaye bu aslında. Kadın erkekten daha hoyrat olsa bile daha kırgın, erkek yalnız hatta yapayalnız adeta bir Raif Bey yalnızlığında bir adam. Hep tamam şimdi oldu derken alınan kararlar ve yine ayrılan yollar. Kısacası kırık bir aşk hikayesi , belkide hayatını değiştirmeye yetmeyecek bir aşk hikayesi ama eninde sonunda bir olamayan iki insanın hikayesi.  Adım atmaktan, elini uzatmaktan korkan bir adamla her ne kadar içten içe uzatılmayacağını bilse de bıkmadan usanmadan o eli bekleyip bir yandan da hayatını  sürdüren bir kadının hikayesi. Peki hata nerede?  Ya da kimde? Aslında ne istediğini bilmeyen kadında mı? Yoksa hiç bir beklentisi olmayan adamda mı? Her ikisininde aşkın ne demek olduğunu bilmemek gibi bir ihtimalleri olabilir mi? Ya da karşındakinden sürekli bir şey beklemenin ya da beklememenin aşkla bir ilgisi var mı? Aşk aslında tam zamanını bulan, akıp giden ve sizi peşinde sürükleyen , arayışa, bekleyişe meydan vermeyen bir şey değil mi? Zaten gerçekten aşk olsa o el uzatılmak için tereddüt edilir mi? Ya da bir yandan beklerken elin uzatılmasını bir yandan yeni bir hayat kurulabilinir mi? Bizim aşk arayışımız Kamran ve Feride’nin, Darcy ve Lizzy’nin kavuşmalarından ya da beyaz atlı prensini bulan prenseslerden mi besleniyor hala ? Aşk nedir? İliklerimize kadar hissedeceğimiz bir duygu durum bozukluğu mu? Yoksa ruhumuzu bütünleyecek bir diğer ruha kavuşma durumu mu? Hiç aşık olmamış biri olarak buna cevap vermem zor belki . Ama net olarak bildiğim bir şey varsa eğer;  her iki durumda da o eller hiç tereddüt etmeden buluşurdu zaten. Aslına bakarsanız bu bir kırık aşk hikayesi değil, kırık bir kadının aşka aşık olma hikayesi en azından benim tarafımdan öyle. Hepimiz kırık kadınlarız; bazen dostlarla, bazen sevgililerle tamir olan kırık kadınlar. Kırık aşklar bizden sebep, biz yaşamayı seviyoruz kırık aşkları . Aslında baksak önümüze belkide en büyük aşk orada duruyordur. Olamaz mı? Olabilir...

11 Ağustos 2015 Salı

Dönüşüm

Eninde sonunda, değişmeye, dönüşmeye, savaş baltalarını indirip, duvarlarını yıkmaya başlıyor insan. Sanki biraz sonra ağlayacakmış gibi olma hali kendini hep çocukluğunda ki gibi küçük bir tebessümle yaşama haline dönüşüyor. Sonu değil, yarın ne olacağını hevesle beklemeye başlıyorsun. Mutluluğu arama iç güdüsü, içindeki mutluluğu ortaya çıkartma güdüsüyle değişiyor. Kızgınlıkla baktığın hayata daha sakin bakmaya başlıyorsun, çünkü savaşmaktan yorulduğunu anlıyorsun ve hatta savaşarak bir şey çözemeyeceğini. Hep mesafe bıraktığın tatlara, ruhlara, kokulara karşı daha açık oluyor, yıllardır ördüğün duvarın seni ne kadar kısıtladığını fark ediyorsun. Hayat kendini kısıtlamak içi fazla kısa, ruh ondan mahrum bırakılmayacak kadar derin, beden ise ikisi arasında köprü kuracak kadar işlevseldir. Duvarlar, kızgınlıklar, kavgalar bu üçlüyü birbirinden  kolayca ayırıp bağlarını kopartabilir ve çok güzel bir deneyimden mahrum kalabilirsiniz. Ama bu üçlüyü bir araya getirdiğinizde yaşayacağınız dönüşümle bu hayatı sadece bir kere yaşayacak bedenlerinizi ve belki bir çok kere daha yaşayacak ruhlarınızın bir arada yaşayacağı eşsiz bir süreçte birleştirmiş olup doyurabilirsiniz ve ruhun diğer durakları için enfes deneyimler, izler bırakabilirsiniz. Değişmekten daha doğrusu dönüşmekten korkmamak gerekir çünkü zaten her geçen gün değişirsiniz fark etmeden. İnsanın özü değişmektir. Sizi değiştireceğinden korkarak yeni kararlar almaktan vazgeçmeyin. Bu hayatta almanız gereken her kararın, atacağınız her adımın sizi değiştireceğinden emin olun. Dönüşümlerle bu hayatın tadına varabilirsiniz sadece.Çünkü böylece farklılıkların keyfini çıkartabilirsiniz.

30 Temmuz 2015 Perşembe

Bazı sabahlara Nat King Cole ile başlamalı....

Hayat her zaman bahar ve yaz gibi  olmuyor, bazı günler sonbahara döner. Hafif puslu, biraz serin, bazen sıcak, yani belirsiz, yani kararsız, yani huzursuzdur. Böyle sabahlara Nat King Cole ile başlamalı insan ki huzursuzluk yerini dinginliğe bıraksın. O yumuşacık ses sizi olmak istemediğiniz yerden alsıp, asıl olmak istediğiniz yere götürsün. Sevdiğinizin elinden tutup bilinmeyen bir yerde yürür, belki tek başınıza çimlere uzanıp uyuklar, ya da deniz kenarında çok sevdiğiniz bir romanı okursunuz. Tekinsiz sabahların ilacı olur kısacası Nat King Cole.

Bazı sabahlara Nat King Cole ile başlamalı; Nat King Cole ile başlamalı ki gün içerisinde ağırlaşacak olan adımlarınız en azından sabah sizi yormasın, huzursuz ruhunuz ve karma karışık kafanız sakinlesin. En azından güne dingin başlayın, çünkü insan güne dingin başlayınca yüklerinin altından çok daha rahat kalkabiliyor.




28 Temmuz 2015 Salı

Mr. Darcy'yi Ararken


Yaşımız kemale erdiğinde (biz öyle sandığımızda!), yıllarca duyduğumuz peri masallarına kızmaya başlarız; "Beyaz Atlı Prens yok! Kandırıldık" diye. Ben Beyaz Atlı Prens'imi aramadım hiç, daha beterini yaptım; Mr. Darcy'yi aradım! Aaahh Jane Austen ne hain bir kadınsın sen. Kendin bulup kavuşamadığın Darcy'ni (Thomas Langlois Lefroy) bizim hayallerimizin bir parçası yapmanın ne alemi vardı? Bizzat sen mutlu olamamışken biz nasıl olacağız? Sevdiğin adam başka bir kadınla evlenip kızına senin adını vermiş. Daha büyük bir kalp yarası olabilir mi bu hayatta? Peri masallarıyla dalga geçen bir kadının, içten içe Darcy'yi beklemesi ne kadar acıklı...Ama elde değil, mantık duyguların hep gerisinde kalıyor ve hep onu arıyor bu kadın. Bulamıyor! Bulamayınca aynı Elizabeth Bennet gibi yalnızlığından besleniyor. Peki ben Darcy'yi ararken Lizzy'si olduğum bir adam var mı bu dünyada? Varsa nerede? Ya da her hikayenin sonunda Mr. Darcy ve Lizzy'nin kavuşması mı gerek? İstenilen bu elbette ama ya gerçek dünyada? İşte o kocaman bir soru işareti...



Gözde